Kalp Unutmaz

Önemli sayılmayacak bir sağlık problemi için hastane koridorlarında yürürken, ortaokul matematik öğretmenime rastladım. Karısının kolunda yorgun, yaşlı adımlarla yürüyordu. Şaşkınlık içinde ‘hocam’ dedim. Birden aydınlanan yüzündeki meraklı gözleriyle bana baktı, tabii tanımadı. Zira sıradan bir öğrenciydim ama gene de tüm sıcaklığıyla sarılıp yanaklarımdan öptü beni. Kendimi tanıttım, hangi yıllarda öğrencisi olduğumu anlattım. Heyecanla dinlerken, hiç beklemediğim bir soru sordu: ‘Beni nasıl bir öğretmen olarak hatırlıyorsun?’ Manasız bir dürüstlükle ‘sizden biraz çekinirdim’ dedim. Hayal kırıklığına uğradı. Fark edip toparlamaya çalıştım ama geç kalmıştım. Beceriksizce davrandığımı hissettim. Muhtemelen ihtiyaç duyduğu cevap bu değildi ama hissiyatım gerçekti. Öğretmenimi yıllar sonra gördüğüm ilk anda bu duygumu hatırlamıştım.

‘Aferin sana dürüst çocuk’ diye kendi kendime kızarken fark ettim ki, ben öğretmenlerimin bana ne öğrettiğini değil, bende ne his bıraktıklarını hatırlıyorum. Onca öğretmen arasında hafızamda en çok yer edenler, bana –olumlu ya da olumsuz- güçlü duygular hissettirenler olmuş. Kimlerden bana ne kalmış diye düşünürken, öğretmenlerimin benden çok uzağa gitmediklerini gördüm; özellikle bazılarının… Kimleri nasıl hatırladığımı bu yazıyla paylaşayım da, sizin öğretmenlerinizi hatırlayış şeklinize benziyor mu bir bakın bakalım:

TARİH ÖĞRETMENİM NİHAL HIZIR

Öğrenim hayatım boyunca rastladığım en tutkulu öğretmendi. Daha teneffüsün ortasında derse girer, hiç bir saniyeyi boş geçirmez, tarih gibi bir dersi fırtına gibi işler giderdi. Dersinden bir an bile kopamazdınız çünkü koptuğunuz anda sizi fark eder ve soracağı soruyu cevaplamanızı isterdi. 30 sene önceki cümleler, bugün hala tüm canlılığıyla kulağımda: ‘Sen söyle bakalım dalıp giden oğlum, neymiş bu sorunun cevabı?’…. Siz daha ‘e’ , ‘ü’ demeden ‘Leylaa uyuma’ der geçerdi. Bu sorular da neredeyse hiç bir zaman ezberleyeceğiniz kuru bilgiler olmazdı. Dersin spontan akışı içinde cevaplamanız beklenirdi. Onu takip ederken yaşadığım gerilimi şimdi bile hissediyorum. Ancak bu duyguyu öyle ustaca, öyle dozunda kullanırdı ki Nihal Hoca, sınıftaki gerilim ne  gevşemenize fırsat verir ne de öğrenmenize engel olurdu.  ‘Oğlanlar otursun bu sıranın kızları kalksın’ , ‘kızlar otursun şurada uyuklayanlar kalksın’ cümleleri uçuşurdu havada. Ders bitip de Nihal Hanım gittiğinde, kasırga sonrası sessizliği yaşardık. Solunum normale döner, nabız yatışırdı. Bir sonraki derse de ‘ohoo Nihal Hoca’dan sonra bu ne ki’ diye girerdik.  Yöntemleri biraz tedirginlik verici olsa da, işini onun kadar iştahlı yapan bir başka öğretmene daha rastlamadım.  Her ne anlatıyorsa onu öğrenmenizden başka şansınız yoktu.

COĞRAFYA ÖĞRETMENİM ALİ BOYACIOĞLU

Ali Boyacıoğlu Hocam’la ilgili birkaç an, birkaç da fotoğraf var hafızamdan silinmeyen; kıymetli anlar, etkileyici fotoğraflar lakin… Ali Boyacıoğlu deneyimli bir Judo antrenörüydü. Güçlü bir vücudu, yere sağlam basan ayakları, omuzumdaki ağırlığını hala hissettiğim büyük elleri vardı. Bir çocuk için kolaylıkla korkutucu bulunabilirdi ama öyle olmuyordu. Sakin, nazik ve ilgili tavrı sayesinde bu dış görünüş bizi tedirgin etmediği gibi, ona güven duymamızı da sağlıyordu.

Gözümde canlanıyor; Ali Bey tarım arazilerinde inşaat yapmanın ne büyük hata olduğundan bahsediyor. 12, 13 yaşlarındayım. Bunu anlatırken öğretmenimin büyük bir üzüntü duyduğunu hissediyorum. Bu artık bir ders konusu değil; hissiyatı olan, ciddi bir mesele. Ali Boyacıoğlu, o derste yalnızca görevini yapıp, konusunu anlatan bir öğretmen değil, yurdunun geleceği  için kederlenen bir yurttaş. Dersteki bu havanın bende bıraktığı izler öyle kalıcı ki, ne zaman Menderes Ovası’nın yanından, Söke Ovası’nın yakınından geçsem aynı duyguları hissedip kızıma anlatmaya başlıyorum: ‘Bu verimli toprakları inşaatla doldurmak vahim bir hatadır kızım’ diye. Öğretmenim bunu bilse eminim çok mutlu olur. 30 sene önce minicik çocuklara basit bir ders konusu diye anlatıp belki de unuttuklarını, şimdi o miniciklerin çocukları duyuyor.

ÜNİVERSİTEDEN HOCAM ÜSTÜN DÖKMEN

Üstün Dökmen’in anlattığı derslerin duygusal iklimini merak, şaşkınlık, hayret  kelimeleriyle anlatabilirim herhalde. En azından ben böyle hissediyordum. Kendisi de çok meraklı olduğu için öyle şeyler bilir, öyle şeyler anlatırdı ki, duyduklarınız sizin de merak duygunuzu bilerdi. O derste öğrendiklerinize şaşırır, bu konunun böyle anlatılabilir oluşuna hayret ederdiniz. Mesela anababa tutumlarıyla ilgili bir derste Malatyalı kayısı yetiştiricisini, Japon otomobillerinin dış görünüşünü konuşur, bunu çocuk yetiştirmede dikkat edilecek hususlarla  birleştirir; siz daha ne olduğunu anlamadan da dersi bitirirdi. Üstün Dökmen merakının peşinden, biz de hayranlıkla onun peşinden koşar giderdik.

Bir defasında, amfinin diğer ucundan benim oturduğum yere doğru yürümeye başladı. Çok sık kişisel iletişim kurmasına alışkın olmadığımız için heyecanlandım, acaba ne oldu diye. Sıramın altındaki kitabı görmüş, ona bakmaya gelmişti. Böylesi bir merak ve öğrenme iştahına sahip olup bunu bizlerle paylaşan bir yetişkin, benim için şaşırtıcıydı çünkü ben yetişkinlerin her şeyi bildiği bir ortamda büyümüştüm. Bu farklıydı, yeniydi, öğreticiydi.

Şimdi yazmak için düşünürken bir kez daha fark ediyorum; Üstün Dökmen Hocam, mesleğimle ilgili meselelere  bakış açımın oluşmasında gerçekten önemli bir yere sahipmiş.

MEHMET ALİ BİRAND

Lisans yıllarımın başlangıcında, Hocam Bülent Çaplı sayesinde kıymetli gazetecilerin yakınında olma şansını yakaladım. Yakınında dediğim de getir götür işleri aslında ama o yaşta bu, benim için hazine niteliğindeydi. Nasıl yapıyorlar, ne söylüyorlar, hangi kelimeleri seçiyorlar büyük bir açlıkla hafızama kaydediyordum. Mehmet Ali Birand’ın yanındayken kendi kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. ‘Sakin ol, heyecanlanma’ diye ama ne mümkün. Bu, arkadaşlarıma anlatsam bana inanmayacakları bir durumdu. Üstelik Birand da o kadar nazik ve yakın davranıyordu ki, işler benim için daha da zorlaşıyordu.

Bir akşam, Show TV’nin Ankara bürosunda telaş ve heyecanla 32. Gün’ün yayınına hazırlanılıyor. Mehmet Ali Birand programı Ankara’dan sunacak.   Yayının başlamasına az bir zaman kala, Birand’ın canı erik istedi. Bana bakıp ‘bir erik alsan da yesek’ deyince cümlesini tamamlamadan fırladım. O anda dünyanın en önemli işi erik almaktı ve o iş için ben seçilmiştim. Birkaç manav dolaştım. Bulabildiğim en güzel erikleri aldım. Büyük bir merakla da sonucu bekledim, acaba beğenecek miydi?

Mehmet Ali Birand 18 yaşındaki o çocuğun heyecanını hissetmişti tabii ki. Eriğini yerken yaptığım işe öyle kıymet verdi, öyle ciddiye aldı ki, dünyada bu şekilde erik alabilecek tek kişinin ben olduğunu hissettim. Beyin kadrosuna nasıl davranıyordu bilmiyorum ama ben o akşam halimden çok memnundum.

BÜLENT ÇAPLI

‘Bir öğretmen öğrencisinin hayatını değiştirebilir mi?’ sorusunun cevabını biliyorum çünkü Bülent Çaplı benim öğretmenim oldu.

Üniversitenin ilk yıllarında aldığım dersler bana heyecan vermiyordu. Akademi, hayal ettiğim gibi bir yer çıkmamıştı. Arayış içindeydim. O dönem merak saldığım yakın tarih kitaplarında, Bülent Çaplı ismine rastladım. Aynı kampüste olduğumuzu görünce de gidip merhaba demek istedim. Kafam o kadar karışıktı ki, bana yol gösterebilecek birine şiddetle ihtiyaç duyuyordum. Zaman kaybetmeden kapısını çaldım. Çok rahat, samimi davrandı. ‘Yarın gel’ dedi, ‘sana araman için bir numara vereceğim’. Odadan çıktım, şaşkındım. ‘Karizma’ denen şey bu herhalde diye düşündüm. Ertesi gün yeniden gittim, bahsettiği numarayı bana verdi ve hayatım başka bir biçimde akmaya başladı.

Bülent Çaplı çok samimiydi ama sınırları hissederdiniz. Dikkatli olmanız gerektiğini bilirdiniz. Her durumda ihtiyacınızı fark eder, onu size öğretirdi. Yapabileceklerinizi görür, yapamayacağınız hiç bir şeyi sizden istemez; dolayısıyla başarısızlıkla karşılaşmanıza müsaade etmezdi. 18 yaşındaki bir gencin kendisini yeterli, becerikli hissetmesi çok önemlidir; Çaplı bunu iyi biliyordu. Yapılan işlere saygı gösterirdi;  öğrencileri odasından heyecanla çıkardı. Yapabileceklerinin en iyisini ona göstermeyi isterlerdi çünkü bu kıymet görürdü. Benim için başlangıçtaki en büyük farklılık, motivasyon için olumluyu göstermesi oldu. Eksiği, yanlışı göstermekten daha etkiliydi kesinlikle.

Kriz durumlarında hiç kaybolmaz, çevresine güven verirdi. Sizi çözüme ortak ederdi, bunun hepinizin meselesi olduğunu hissederdiniz. Bu aynı zamanda çok eşitlikçi de bir yaklaşımdı. Dışarıda kalmıyor, kabul görüyordunuz. Bugün hala zorlandığım anlarda Bülent Çaplı’yı hatırlamaya çalışır, o olsaydı bu durumu nasıl yönetirdi diye düşünürüm.  Çaplı’nın rahle-I tedrisinden geçtiğim günler, hayatımın en zenginleştirici dönemi oldu. Ve evet, kolaylıkla söyleyebilirim ki hayatım değişti.

Bir öğretmenin öğrencisinin hayatını değiştirebileceğini yaşayarak gördüm. Buna, büyük bir inanmışlıkla şahitlik edebilirim.

Çocuklarımız Fırat’la Dicle’nin denize karıştığı noktaya değil yüzümüze bakıyorlar;  mikroskopta soğan zarını değil bakışlarımızı inceliyorlar. Kalpleriyle düşünüyor, kalpleriyle öğreniyor, kalpleriyle hatırlıyorlar.

Kalbe bir kez giren de hep orada kalıyor.

Öğretmenler gününüz kutlu olsun.

Serdar Çankaya

Psikolojik Danışman

Yirmi Sekiz Kasım İki Bin On Altı