Hiperaktif Çocuklar Büyüyünce…

Bu yazı, herşeyiyle yeğenim Alper Çankaya’ya ait. Ben sadece böyle bir yazı yazmasını teklif ettim. Dikkatini toplayıp, yazıp göndermesi tabii ki kolay olmadı. Sonunda editoryal ücret! önerdim, hayır diyemedi 🙂

Alper, hiperaktif bir çocuktu. Çocukluğunda farklı kazalarda kolları ve bacağı kırıldı. Kafasındaki izler de epeyi çoktur. Vukuatları saymakla bitmez; komşuları, öğretmenleri, ailesi bir araya gelseler sabaha kadar konuşacak malzeme eksikliği çekmezler. Ne demek istediğimi hareketli çocukları olanlar bilirler…

Bu yazıyı paylaşma amacım şu: Herhangi bir şekilde eğitim sistemimize uymayan çocuklar kusurlu, eksik, hatalı, noksan çocuklar değillerdir. Aynı anababanın iki çocuğu bile birbirine benzemezken, okullardaki milyonlarca çocuğu benzer beklentilerle yetiştirmeye çalışmak, bizim en büyük trajedilerimizden biridir. Çocuklarımızı kaybediyoruz. Annebabaları mutsuz kılıyoruz. Ve bunun bir sistem olduğunu iddia ediyoruz, ne yazık…

Annebabalarla, öğretmenlerden ricam şu: Böyle çocukları eleştirip, yargılayacak pek çok kişi sıraya geçmiş bekliyor; siz onlardan biri olmayın lütfen. Artık zavallılaşmış eğitim sistemimizin beklentilerini karşılayamayan çocuklar, tutunacak bir dal ararlar; bu dal siz olun. Onun ait olduğu yeri arayın… Kendisini kendi gibi hissedeceği, anlaşıldığı, benzerlerini bulduğu, mutlu olduğu yeri bulmaya çalışın. Böyle bir yer mutlaka vardır. Aramaktan vazgeçmeyin… Orayı bulduğunuz gün de, kenara çekilip çocuğunuzun ne şahane şeyler yapabildiğini seyredin. Zira biz şimdi Alper’i öyle seyrediyoruz; coşkuyla, gururla…

                              

 

HİPERAKTİF ÇOCUKLAR BÜYÜYÜNCE…

Hiperaktivite ve dikkat eksikliğinin zorluklarını çeken bir insan olarak hayatımın nasıl şekillendiğini anlatacağım bu yazının çok daha önce yazılması gerekiyordu. Aslında bu da konunun özeti zaten… Hayatım boyunca daima yapmam gereken işlere odaklanmakta, sorumluluklarımı yerine getirmekte ve beklentileri karşılamakta zorlandım. Özellikle de başarı odaklı ve tek tipleştirmeye yönelik eğitim sisteminde işler benim için hiç iyi gitmedi. Çünkü benim merakım sınıfta anlatılan bilgileri değil, çevremdeki hayatı öğrenmeye yönelikti.

Fiziksel açıdan avantajlı bir yapıya sahip olduğum için yaşıtlarım arasında her zaman saygı gören, popüler bir çocuk oldum. Çünkü sokakta oynanan bütün oyunlarda en iyiler arasında yer alıyordum. Bu da çocukların dünyasında sağlam bir yer edinmem için yeterli oluyordu. Arkadaşlarımla olan iletişimimde de bir sorunum yoktu. Fiziksel olarak iri ve atletik olmama rağmen hiçbir zaman zorba bir çocuk olmadım. Bunun yanında yetişkinlerle de tıpkı arkadaşlarımla olduğu gibi rahat bir ilişki kurabiliyordum. Bu durum da benim zeki ve parlak bir çocuk olduğum şeklinde yorumlanıyordu.

Çalışan bir anne-babanın çocuğu olarak eğitim hayatıma 4 yaşındayken kreşe giderek başladım. Daha sonra da anaokulu zamanları geldi. Erken eğitim, oyun odaklı ve çocukları sosyalleştirmeye yönelik bir basamak olduğu için bu aşamada da gayet sorunsuz yıllar geçirdim.*

Annem sayesinde, okula başlamadan okumayı ve çarpım tablosunu öğrendim. Herşey gayet güzel giderken, okul yılları geldiğinde benim aslında problemli (!) bir çocuk olduğum yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Son derece hareketli bir çocuk olduğum için 10 dakikalık teneffüsler enerjimi atmam için yeterli olmuyor, ardından gelen 45 dakikalık derslerde de odaklanma problemi yaşıyordum. Benim gibi bir çocuk için 45 dakika sessizce oturup bir konu üzerine yoğunlaşmanın ne kadar zor olduğunu bu durumu az da olsa yaşamış olan herkes anlayacaktır.

Yıllar geçtikçe bu durum beni iyice zorlamaya başladı. Gitgide derslere olan ilgimi kaybediyordum. Sadece birkaç derse ilgi duyuyordum ve bunun dışındaki derslerin öğretmenlerinin neredeyse hepsi benden şikâyetçiydi. Notlarım düşüktü, derslerde gevezelik ediyordum ve arkadaşlarımı kötü etkiliyordum. Ailem okula gelip öğretmenlerimle konuşmaya korkar olmuştu çünkü olumsuz görüşlerle karşılaşacakları, öğretmenlerin ve diğer velilerin benim hakkımdaki şikâyetlerini dinleyecekleri kesin gibiydi. Veli toplantılarının olduğu günlerin benim ve ailem için ne kadar stresli ve üzücü günler olduğunu hatırlıyorum.

İlkokulun son yıllarında ailemin desteği ve beni yoğun bir kampa alıp ders çalışmaya teşvik etmeleri sonucu nispeten iyi bir liseye girmeyi başardım. Ancak lise yıllarımda da başarı düzeyimde büyük bir değişim olmadı. Ailem artık benim başarısız bir öğrenci olduğum gerçeğiyle yüzleşmiş ve geleceğim hakkında endişe duymaya başlamıştı. Bir hedefimin olmamasının da bu başarısızlıkta büyük bir payı vardı. Lise yıllarım, sporcu olma hayalleri ve aktif bir spor yaşamıyla geçti ancak benim bu hevesim ailem tarafından pek gerçekçi bulunmuyordu. Herkesin girmek için can attığı bölümler ise benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hayatımı bu meslekleri yaparak geçireceğimi düşünmek bile beni bunaltıyordu. Bu gibi etkenler yapmam gereken şeylere odaklanmamı imkânsız hale getiriyordu. Bu motivasyon eksikliğinin sonucunda, üniversite sınavına ilk girişimde gerçek anlamda çuvalladım. Aldığım puan çok kötüydü ve hiç bir iyi üniversiteye girmeme yetmiyordu. O sene bir karar verdim ve bir kez daha sınava hazırlandım.

Bu sefer kendimi başarılı olmaya şartlamıştım. Yıllardır süregelen kötü gidişatımı değiştirmiş, ders çalışma alışkanlığı kazanmıştım. ** Ailem de bu olumlu gelişimimi görüyor ve bana destek oluyordu. Nihayetinde bir yıllık sıkı(benim standartlarımda) bir çalışmanın ardından, Ankara’da bir devlet üniversitesinin iktisat bölümünü kazandım. Bu hedefe ulaştığımda ise benim için herşey bitmiş gibiydi. Çünkü bu aslında benim hayatta olmayı hedeflediğim yer değildi. Nerede olmak istediğimi de bilmiyordum ancak orada olmak istemediğim kesindi. Büyük bir boşluğa düşmüştüm. Mutlu oldukları okullarda ve bölümlerde okuyan arkadaşlarıma imreniyordum. Devamlı kendi hayatımı sorguluyordum. Üniversitedeki ilk yılımdan itibaren derslere girmemeye başladım. Okulda devam zorunluluğu olmaması benim için orayı sadece sosyalleşmek ve spor yapmak için gidilecek bir yer haline getirmişti.

Ancak bu amaçsız olma durumu beni rahatsız etmeye başladı. O yıllarda kendime yeni ilgi alanları aramaya başladım. Bol bol kitap okuyor, film izliyor en azından kültürel anlamda kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Üniversite üçüncü sınıfa geldiğimde artık okuldan iyice kopmuştum. Tam bu zamanlarda, bir arkadaşım özel bir sanat merkezinde tiyatro derslerine gitmeye başladı. Aslında merak ediyordum ama gitme fikri hiç aklımdan geçmemişti. Birkaç hafta sonra beraber gitmek için beni davet etti; ben de meraktan ve biraz da boşluktan onunla gitmeye karar verdim.

İlk deneyimimde gerçekten çok eğlenmiştim. Sadece eğlenmek için orada bulunan 20 civarı insanla birlikte çok güzel zaman geçirdim. Böylece devam etme fikri doğdu. Haftada iki gün tiyatro derslerine gidiyordum. Bir süre sonra bu günler benim için haftanın en önemli günleri olmaya başlamıştı. Yapılan doğaçlamalar ve sahne çalışmalarına hazırlanmak bana çok büyük bir haz veriyor ve bunlara çalışırken geçen zamanın farkına varmıyordum. Gittiğimiz kursta, konservatuvar sınavlarına hazırlanan bir ekip de vardı. Zamanla ekstra derslere de girmeye ve onların çalışmalarına da katılmaya başladım. Kısa sürede iş ciddiye bindi ve ben de onlarla birlikte konservatuvar sınavlarına girmeye karar verdim. Sporculuk hayallerimden sonra ilk kez bir işi severek yapabileceğime inanmıştım. Oyuncu olmak istiyordum.

Böylece herkesin korktuğu aşamaya geldim. Bu aşama tiyatroya bir zamanlar ilgi duymuş, bu alanda ilerlemek istemiş birçok insanın geçim kaygısı veya aile baskısı sonucu pes ettikleri noktaydı. Sonuçta ben de liseden mezun olduktan sonra dört yıl geçirmiştim ve şimdi yeniden bir başlangıç yapmak için tüm bu emekleri çöpe atacaktım. Ancak ailem aldığım kararı sonuna kadar destekledi ve korktuğum bu eşiği sorunsuz bir biçimde aşmama yardımcı oldular. Onların desteğini de arkama aldıktan sonra Ankara’daki tiyatro okullarının sınavlarına girdim ve bunlardan birini kazandım.

O günden sonra hayatımda büyük değişimler oldu. Çevremdeki insanlar yaşadığım bu değişimleri şaşkınlık ve takdirle izliyorlardı. Yıllarca insanların motive etmek ve iş yaptırmak için çırpındıkları ben, işkolik bir adam olup çıkmıştım. Zamanımın hemen hepsini okulda geçiriyor, dersimin olmadığı zamanlarda dahi oranın atmosferinden ayrılamıyordum. İşime karşı oluşan bu sevgi ve bağlılık, akademik başarımı da etkiledi. Yaşadığım bu değişim ailemi çok mutlu etti. Onlar da sonunda benim ait olduğum yeri bulduğumu anlamışlardı.

Hala mezun olmuş değilim. Yani hala bir oyuncu adayıyım. Ancak gün geçtikçe işime olan bağlılığım artıyor. Benim mutluluğumun kaynağının burası olduğunu biliyor ve bunu bulabildiğim için şükrediyorum. Hayatlarını mutsuz yaşayan insanların da bu kaynağı keşfedememiş olan şanssız insanlar olduğunu düşünüyorum. Benim bu şansı yakalamamdaki en büyük etkenin de ailem olduğunu söylemek istiyorum. Eğer onlar benim verdiğim değişim kararının arkasında durmasalar ve benim mutluluğumu desteklemek yerine beni genel geçer başarı kalıplarına sokmaya çalışsalardı, bütün hayatımı mutsuz ve başarısız bir insan olarak geçireceğimi biliyorum.

 

Alper Çankaya

Bilkent Üniversitesi

Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi

Tiyatro Bölümü Öğrencisi

*Kreş döneminde eve gelen şikâyetleri hatırlamıyor 🙂

** Yazar burada pahalı bir dershanede, küçücük bir üniversiteye hazırlık grubunda yer aldım demek istiyor 🙂