ANLAŞILDIĞINI HİSSETMEK!

Genç bir psikolojik danışman olarak görev yaptığım ilk yıllardı. Odama gelen ana babalar görüşmenin ilk dakikalarında evli olup olmadığımı soruyorlardı. Bekâr olduğumu duyduklarında yaşadıkları hayal kırıklığı, yüzlerine hemen yansıyordu. Onları anlayamayacağımı düşünüyor, bunu da açıkça ifade ediyorlardı. Dürüst olmak gerekirse; gözle görülür değişimler yaratma hevesiyle dolu, içi içine sığmayan genç bir danışman olarak bu durum beni gerçekten öfkelendiriyordu. Ne yani, kör birinin yaşadıklarını anlamak için benim de mi kör olmam gerekiyordu? Ya da bekâr bir annenin yaşadıklarını değerlendirebilmek, hem anne hem de bekâr olmayı mı gerektiriyordu? Bu ne anlamsız bir yaklaşımdı böyle…

Böyle soruları özellikle oraya zorla getirilmiş, orada olmanın manasızlığına inanan babalar soruyorlardı. Duydukları cevap sonrasında, gözlerini devirerek eşlerine bakıyor ‘ben demiştim, burada olmak bize hiçbir fayda sağlamayacak’ diye gözleriyle bağırıyorlardı. Anneler, aile içi iletişim süreçlerinin iyileşmesi için oraya gelmeye güçlükle ikna ettikleri eşlerinin bakışları karşısında kendilerini çok çaresiz hissediyorlardı.

Bu yaşadıklarımı benim gibi bekâr olan meslektaşlarıma anlatıp, durumun tuhaflığını onlara da onaylatmak istiyordum ama evlendikten sonra biraz olsun rahatlamadığımı da söyleyemem. Hatta bu meşum soruyu yine sorsalar da huşu içinde ‘evet, evliyim’ cevabını versem diye heveslendiğimi de hatırlıyorum. Nitekim sordular da… Ben de beklediğim o kutsal rövanş anının geldiğini görür görmez ağzımı doldurarak, lezzetli bir biçimde ‘evet, evliyim’ cevabını verdim. İşte, beklediğim rahatlamış yüz ifadesi buydu; kendilerini anlayacağımı hissetmişlerdi. İçimden ‘n’oldu?’ diyordum, ‘şaşırdınız mı?’. Hayır şaşırmamışlardı. Bir saniyelik sessizliğin ardından gardımı düşüren ikinci soruyu sordular: Çocuğunuz var mı? Bunu beklemiyordum. İlk sorunun cevabını vermiş, müstehzi bir ifadeyle gardımı açmış, açar açmaz da bu kontra darbeyi almıştım. Evet, çocuğum yoktu… Henüz vakit bulamamıştık :/

Çocuğumun olmadığını duyduklarında bulutlanan yüzlerindeki ifadeyi tanıyordum. ‘Evli misiniz?’ sorusuna ‘bekârım’ diye cevap verdiğimde ortaya çıkan ifadeydi bu. Gene kaybetmiştim. Öncesinden aşina olduğum o yukarıdan bakış beni yine koltuğumda küçücük bırakmıştı. Benim çocuğum yoktu; onların karmaşık, anlaşılması güç dünyalarına girmem yine mümkün olmamıştı.

Hikâyenin devamı benzer şekilde devam etti. Bunu ayrıntılarıyla anlatmam uzun, sıkıcı bir deneme olabilir. Ama şunu söyleyebilirim, bir süre sonra çocuğumun olması da ikna edici bulunmadı. Çünkü onlara göre ‘bir çocuk hiç çocuk’ tu. İki çocuğum olmadan yaşananları idrak edebilmem imkân, ihtimal dâhilinde değildi.

İnanın bana bunun bir sonu yok.

Şöyle ki:

İki çocuk mu?

Evet, iki kızım var.

Hımm… Kaç yaşındalar?

Biri hede, diğeri de hödö..

(Yine o bakış) Yaşları küçükken dertleri de küçük oluyor, hele bir büyüsünler de, o zaman konuşalım.

Ben artık deneyimli bir danışmanım. Danışanlarıma yeterli tecrübeye sahip olduğumu göstermek için nafile bir çabaya girmiyorum, onları anlıyorum. Görüyorum ki böyle konuşmalarının nedeni bana kendimi yetersiz hissettirmek falan değilmiş. Ben acemiliğimden dolayı yeterliliğime bir saldırı olarak algılamışım bunu. Aslında söylemek istedikleri şuymuş:

Yaşadığım problemin içinde kayboldum. Bu benim için gerçekten karmaşık, büyük bir problem. Yardıma ihtiyacım var ama bunu anlamak için kitaptan öğrenilenlerin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bana, benim yaşadıklarımı yaşayan biri lazım. Anlaşılmaya ihtiyacım var.

Hepimiz gibi yani… Biz anababaların da çocuklarımızın da temel beklentisi bu: Anlaşılmak. Çare aramak, çözüm bulmak sonra geliyor.

KENDİMİ ANLAŞILMIŞ HİSSEDİYORUM! Ne şahane, ne ferahlatıcı bir cümle değil mi?

Bu sayfada önce dünyalar tatlısı iki kız çocuğunun babası olarak, sonra da uzun bir psikolojik danışma sürecinin içinden gelip, pek çok aileye yardım etme fırsatını bulmuş bir danışman kimliğiyle öğrendiklerimi, tecrübe ettiklerimi paylaşacağım. (Tabii bir de aferine, onaylanmaya ihtiyaç duyan oğul rolüm var… ) Bir baba olarak benim de hata yaptığımı düşündüğüm, kendimi yetersiz hissettiğim zamanlar olmuyor değil; anlatmayı istediğim zor zamanlar. Bu durum, alandaki yeterliliğinizle, donanımınızla ilgiliymiş gibi görünmüyor. Bunu diğer yazılarımda da anlatacağım. Bu, sanki anababalığın doğasının gereği gibi. Çünkü anababalık duygularımızla sürdürdüğümüz bir sorumluluk. Mantık bu süreci açıklayabiliyor mu, emin değilim. Bir çocuk dünyaya getirmenin, insan soyunun devamı için onu sağlıkla büyütmenin evrimsel bir açıklaması elbette var. Ama bu açıklamaların düşünsel zemini onu kendinizden çok sevmeyi, nefes alıyor mu diye kontrol ede ede uykusuz kalmayı, bir kaşık daha yesin diye şebeklikler yapmayı, hasta olduğunda sabahlara kadar başında beklemeyi, uyurken onu seyredip kendinizi cennette hissetmeyi, cebinizde beş para yokken çocuğunuzu harçlıksız bırakmamayı, canı yandığında dünya dursun istemeyi açıklayabilecek kadar zengin mi bilmiyorum.

Bu başlık altında yazmayı istediğim çok şey var. Bu ilk yazıydı. Herkese merhaba

Devamı gelecek.

Sevgiler

Serdar